Son günlerde ülke genelinde tartışmalara neden olan Özlem C. cinayeti, adli süreçte bir kez daha gündeme geldi. Özlem’in katili N.G., cinayetin ardından 112 Acil Servis’i arayarak durumu bildirmiş ancak bu talihsiz olayın yaşandığı günden beri yaşanan gelişmeler, davanın seyrini etkileyecek boyutta. N.G.'nin mahkemeye taşınan bu sözleri, katliamın ardından kendini savunma çabası olarak değerlendirildi. Ancak mahkeme, N.G.’nin olay esnasındaki duygusal durumunu yeterince 'hafifletici sebep' olarak görmedi.
Özlem C., geçtiğimiz ay ailesinin evinde ciddi bir şekilde yaralanarak kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmişti. Olayın ardından gözaltına alınan N.G., Özlem C.'ye saldırdıktan sonra panikleyerek 112’yi aramak zorunda kaldığını ifade etmişti. N.G., ifadesinde “Ne yaptım, ne yaptım!” şeklinde haykırdığını, pişmanlık duyduğunu ve olayın kaza olduğunu belirtmişti. Ancak böyle bir yaklaşım, avukatları ve aile mahkemesi tarafından soğuk bir gerçek olarak değerlendirildi.
Dava süreci, Özlem’in ailesinin ve kamuoyunun dikkatini çekerken, mahkeme salonlarında yaşananlar ise ne yazık ki oldukça dramatikti. N.G.'nin savunması, itiraflar ile doluydu. Ancak hakim, N.G. üzerine yaptığı araştırmalar neticesinde olayın kasıtlı olduğunu ve hafifletici sebep sayılacak bir durumun bulunmadığını belirtti. Bunun sonucunda, sanığın cezai ehliyetinin olduğu yönündeki bulgular güç kazanmış oldu.
Aile, N.G.’nin arama kaydını ve olay anındaki cümlelerini dinleyerek, “Eğer birinin hayatını alıyorsanız, 112’yi aramak bunu hafifletmez” açıklamasıyla dikkat çekti. Olayın ardından bu durum, iç hukuk sistemimizde 'kolluk kuvvetlerine bilgi verme' ya da 'panik hali' gibi konuları yeniden sorgulamamıza neden oldu. Katilin pişman olduğu yönündeki ifadeleri, mahkeme tarafından göz ardı edilerek toplumun adalet arayışında bir örnek teşkil etti.
Bu dava, sadece bir cinayet davası olmaktan öte, insan ilişkileri, şiddet ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerine önemli dersler vereceği öngörülen bir davadır. Hukukun üstünlüğü ilkesinin ne denli önemli olduğu, toplumun bu tür olaylara karşı nasıl bir duyarlılık geliştirmesi gerektiği bir kez daha gözler önüne serildi. Özlem’in yaşamı, bir çok kadının maruz kaldığı şiddeti ve bunun toplum üzerindeki etkilerini bir daha düşünmemize olanak tanıyor.
Özlem’in davası, mahkeme süreci ve sonrasındaki toplumsal yankılar, cinayetlerle mücadelede hukukun etkinliğinin artırılması noktasında elzem adımlar atılmasını zorunlu kılmaktadır. Tüm bunlar düşünülürken, maalesef toplumda ne yazık ki kadına yönelik şiddet algısı hala tam olarak ortadan kaldırılabilmiş değildir. Eğitim, awareness programları ve hukuksal reformlarla şiddetin normalleştirildiği bir ortamın önüne geçilmesi, geleceğimizi teminat altına almak için atılacak en önemli adımlardan biridir.
Özlem C. cinayeti, sadece bir bireyin hayatını kaybetmesi değil; aynı zamanda bir ailenin, bir toplumun ruhuna işlemesi gereken bir travmayı da gösterebilmektedir. Adaletin yerini bulacağı umuduyla; Özlem’in anısına saygı duruşunda bulunmak, toplumsal bir sorumluluk olarak kabul edilmelidir. Bu dava, yalnızca hukuk sistemine değil, aynı zamanda birer birey olarak hepimize derin bir sorumluluk yüklemektedir.
Dava sürecinin seyri ve çıkan sonuçlar, toplumun adalet anlayışını sorgulama noktasında yeni tartışmaların da kapısını aralamaktadır. Mahkeme suçsuzluk karinesini esas alarak hareket ederken, aynı zamanda insan hakları açısından da bu tür travmaların önüne geçmek için neler yapılabileceği üzerine düşünmeliyiz. Ülkemizin, kadına yönelik şiddete karşı sıfır tolerans politikasını benimsemesi, toplumsal bağların güçlenmesi açısından oldukça önemlidir.